İki devlet, bir millet kardeş Nahçıvan… Kaynak: İki devlet, bir millet kardeş Nahçıvan… – Hülya SEZGİN
“Bu kez benim yerime bir başkası görsün o güzel yurdu” diye düşünsem de davet gelir gelmez dayanamayıp hemen biletimi alıyorum…
Nahçıvan’dan söz ediyorum. O güzel yurttan… iki devlet-bir millet kardeş ülkeden… Daha önce iki kere daha gitmiştim ve hem Nahçıvan’ı hem de Nahçıvanlı kardeşlerimizi çok sevmiştim. Dayanamayıp koşa koşa bilet almam da işte o yüzden… Bu kez festivalin adı “Umummilli Lider Haydar Aliyev’in 95. yaş günü ile ilgili “Nahçıvan-beşeriyetin beşiği IV. uluslararası Resim Festivali”
Nahçıvan’ı önceleri Azerbaycan’ın bir ili sanırdım. Cahilmişim. Iğdır’a sınır komşusu, arada Ermenistan olduğu için Azerbaycan’dan ayrı ama pek çok konuda ona bağlı bir devlet.
Nahçıvan Muhtar Republikası Alî Meclisi başkanı Vasif Talibov beyefendi sanatı ve sanatçıyı destekliyor. Devlet olarak bu yıl dördüncüsü olan resim festivalini devlete bağlı Ressamlar Birliği aracılığı ile gerçekleştiriyor. Ressamlar Birliği başkanı ise devlet sanatçısı ve milletvekili Ulviyye Hamzayeva. Çalışkan ve bilgili harika bir de ekibi var. Bunlardan Murad Nurlu, Hebip Allahverdiyev, Arzu Novruzov, Vuqar Mehdiyev ise artık benim çocuklarım gibi… öyle sevdim, benimsedim…
İzmir’den uçak ile Iğdır’a oradan da otobüs ile Nahçıvan’a gideceğim. Terminalde karşılayacaklar. Önceden biletimi aldığımdan havaalanında yalnız bagaj teslimim için sıradayım. Önümde bekleyen uzun boylu sarışın hanım sürekli çevresini tarıyor. Belli ki birini arıyor. Ancak bulamıyor . Bekledikçe gözleri bulutlanıyor. Onun hüzünlü hâli beni de üzüyor ve içimden bir şarkı geçiyor…
“… Gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün”
Sorunsuz Ankara’ya indik. Sonra aktarma ve Iğdır uçağı. Gazi Üniversitesi’nden Prof. Birsen Çeken, Doç.Gültekin Akengin ve Akdeniz Üniversitesi’nden yar.doç. Mehmet Öz de benimle aynı uçakta… Şarköy’den Vahit Akan ağabey ise kendi düzenlediği festivalle çakıştığı için iki gün sonra gelecek. Pamuk tarlası gibi bulutların altından dağların tepesinde kardan şapkaları görünüyor. Harika bir manzara… Uçağın içi 24 derece dışarısı -60… pencerelerin dışında buz kristalleri…
Iğdır’dayız… Terminalden otobüsle Nahçıvan’a doğru yola çıkıyoruz. Dilucu sınır kapsında gümrük işlemleri tamamlanırken yağmur çiselemeye başladı. Birsen’e “Gel izin verirlerse şu kulübenin saçağına sığınalım” dedim. Polis “Gelin” diye işaret etti. Koştuk gittik. Kulübeye davet etti. “Üşüyorsanız elektrik ocağını yakayım mı?” diye sordu. Sevindik. Polis bana “Ben sizi tanıyorum” dedi. Şaşırmıştım. Sordum. İlk geldiğim yıl o dönem Türk konsolosu ve zarif eşi çaya davet etmişti. O da orada görevli imiş, oradan hatırlamış. Bu kez on kişi kadar Türk sanatçı olmamıza rağmen Türk konsolosluğundan kimse bizimle ilgilenmedi…
Her festivalde olduğu gibi yine bol yıldızlı, harika Nahçıvan manzarasına hakim Tebriz otelde konaklayacağız. Karşımızda nazlı nazlı akan Aras nehrinin öte yanı ise İran Tebriz… Tebriz Otelin genel müdürü Bekir Baş bey de bir Türk. Ailesi Antalya’da. Beş yıldır burada çalışıyor. Önceki gelişlerimden de tanıştığım için sohbet ediyoruz. Antalya’ya sık sık gidip geliyormuş. İşinde titiz biri. Otel pırıl pırıl, personel güler yüzlü. Sanki evlerine konuk gelmişiz gibi canla başla hizmet ediyorlar. Yemekler muhteşem. Bol çeşit ve lezzetli. Yalnız Bekir beyle bir konuşsanız sanırsınız Nahçıvanlı… şive tamamen dönmüş. Kimi kelimeleri onlar gibi uzatarak söylüyor. Konuşurken “olur” yerine “olaaar” deyince güldüm. Fark etti, o da güldü ve dedi ki “Telefonda konuşurken artık ailem bile en başta beni tanımıyor!”
Henüz tüm konuklar gelmediği için Birsen hocamla çarşıya gittik. Yakında oğlu evlenecek… farklı, otantik bir şeyler arıyor kına gecesi vs. için… Buldu da… bir güzel alışveriş yaptı. Yalnız esnafın bize sorduğu ilk soru şuydu “Sizin paranıza ne oldu öyleee!.. ” Dört yıl önce onların para birimi Manat ile TL.sı hemen hemen eş değerde iken artık bizimki 3 kat değer kaybetmiş durumda… Üzülüyoruz…
Akşam sivrisinek girmiş odaya. Birsen hocayı ısırmış. Bir görevliye söylediği zaman yanıtı bizi gülümsetiyor “Klimayı yandırın, sinekler kaçar” Hep diyorum ya… dilimiz aynı, ancak arada farklılıklar gösteriyor. Kullanılış olarak farklı anlam da içerince karşılıklı gülüşüyoruz. Yıllar önce bir yazımda Bakülü ressam arkadaşım Nevai’den söz ederken “Aynı yaramaz çocuk gibi” demiştim. Nevai ertesi gün bana sitemle dedi ki “Abla sen ne yaptın? Yaramaz bizde kötüdür” Hemen onu “hiperaktif” ile değiştirmiştim. Kahvaltıya “Seher yemeği”, öğle yemeğine “Nahar yemeği”, akşam yemeğine ise “Şam yemeği” diyorlar…
Bu kez oldukça kalabalık bir sanatçı grubuz. On dört ülkeden altmış üç ressam davetliyiz ve biz yedi Türk’üz. Çoğunu tanıyorum, sevdiğim arkadaşlarım. Nahçıvanlıları ise zaten kendimden biliyorum. Öyle ki kimi yerleri gezerken arkadaşlarıma tanıtıcı bilgi veriyorum. Sanırsın Nahçıvanlıyım…
Nahçıvan’da tarım da, sanayi de var. Türkiye ve Azerbaycan’dan da alıyorlar. Zengin tarihi ve kültür mirasları var. Sahip çıkıp, korumasını iyi bilmişler. Her yer pırıl pırıl… yeşil alanlar, her yer mis gibi kokulu güllerle kaplı… Böyle olunca da elbet bu güzel memleketi herkes gezmek, görmek ister. Ülke ekonomisine en güzel katkı ise bacasız sanayi turizm bana göre. Bunun için de iyi tanıtım yapılmalı… En güzel tanıtım ise kültür alışverişi ve sanatla olur. Nahçıvan bunun bilincinde ve en iyi şekilde böyle muhteşem festivallerle ülkelerini tanıtıyorlar… Bence bizim tur şirketleri gezi programlarına Nahçıvan’ı da katmalılar…
Beş yıldızlı Duz dağı(tuz) hastanesine astım, bronşit ve alerji türü hastalar tedavi amaçlı Türkiye, Rusya, İran, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan’dan gelerek şifa buluyorlar.
Tarihi binaların yanı sıra yeni yapılar da estetik olarak inşa edilmiş. Ruhsuz beton yığını değil!..Şehirde estetik bir görünüm hakim…
Sanata, bilime, spora çok önem veriyorlar. Görkemli tiyatro binaları, kütüphaneleri, spor tesisleri, satranç okulu (Şahmat mektebi), konservatuarları, pek çok konuda eğitim veren üniversiteleri var. Geleceğin sanatçıları-genç ressamları orada yetişiyor. Okullarında sergilerini gezdik, beğendik.
İki gün boyunca sürekli gezdik yine de bitiremedik. Devlet tarih müzesini, Han sarayını, Mümine hatun türbesini, açık hava müzesini ve Nuh peygamberin türbesini gezdik. Gezerken oraların öyküsünü de dinliyoruz keyifle. Rivayete göre Nuh peygamber 3 m. boyunda, 900 yaşında imiş. Nuh’un eşi çörek yaparken tandırdan su çıkmaya başlamış “Koş babanı çağır, su çıkıyor” demiş çocuğuna. Böylece tufandan haberdar olmuşlar. Mümine hatun ise vefat edince onu çok seven eşi yaptırmış bu sanat harikası türbeyi. Taç-Mahal gibi… Mutlaka görülmeye değer tarih ve mimarlık harikası yerler. Halı müzesinde değerli halılar dokuyorlar ve ayrıca halı ressamları var. Yani halı dokuyarak tablo yapıyorlar. Halı ve boncuk işleyerek de çok güzel portreler yapıyorlar.
Ressamlar Birliği’ni ve sevgili Ulviyye’nin atölyesini gezdik. Kendine özgü ince ince işlenmiş minyatür gibi harika tablolarına hayran kaldık.
Eshab-ı kehf (yedi uyurlar) mağarasına gittik. İki bin basamak yüksekliğinde ve daha önce çıktığımdan bu kez gözüm kesmedi. Benim gibi gözü kesmeyen bir kaç arkadaşla kameriyelerde oturduk. Onlara özgü sarı bir çiçek ve dağ nanesi kurusu karışımı ile yapılan çaydan içtik. Ceviz, dut, iğde ağaçlarından gökyüzü görünmüyor. Sessizlik kuş sesleri ile bütünleşiyor.. Alabildiğine güzellik, alabildiğine huzur… Mis gibi iğde çiçeği kokuları ince ince yel estikçe burnumuza çalınıyor…
Geçen festivalde açılışını yaptığımız bence bir halk kahramanı olan ressam Behruz Kengerli’nin adına yapılan ressamlar parkını gezdik. Behruz Kengerli 1920 li yıllarda yaşamış Nahçıvan’ın en ünlü realist ressamı. O savaş yıllarında yaptığı resimlerden kazandığı para ile yetim çocuklara yardım eder, çocukları okuturmuş. İki aylıkken annesi ölmüş ve kendisi hastalıktan sağır olmuş. Savaş yılları yetim, bakımsız kalmış. Resme o kadar aşıkmış ki yaptığı resimleri sergiler, yol kenarında bekler, insanları sergisini gezmeye davet edermiş. Sonra ince hastalığa yakalanmış ve çok genç 30 yaşında vefat etmiş. Onun yaptığı resimlerden yola çıkarak Nuh peygamberin mezarına ulaşmış ve harika bir türbe haline getirmişler. Ulviye hanım “Hülya abla ressamlarımızın eserlerinden tarihimizi öğreniyoruz” demişti.
Bu arada Ulviyye’nin 7 yaşındaki güzel kızı hepimizin sevgilisi İlknur da bizimle bir resim yapıyor. O da küçük ressamımız…
Nuh tufanında geminin oturduğu dağ rivayete göre Haca dağı-Gemikaya (Yılanlı dağ). Dağın tepesine baktığınızda bir gemi oturacak gibi “V” şeklinde bir çıkıntı görülüyor.
Burada her şey yerli ve organik… İsrail tohumuna geçit yok!.. reçelleri çok lezzetli ve ünlü. Özellikle koz (ceviz) reçeline bayılıyorum. Plaket töreninde verdikleri pek çok hediye içinde reçeller de vardı.
Saat söyleyişleri farklı. Bizim çocuklarla anlaşana kadar göbeğim çatlıyordu. Örneğin “Dördün yarısı resepsiyonda görüşerik” diyorlar. İki mi, dört buçuk mu… derken meğer üç buçukmuş. İki sanıp insem resepsiyona ağaç gibi bekle babam bekle!.. Çok hoşuma giden bir deyimleri ise biz “kolay gelsin” deriz ya hani; Onlar “Yorulmayasın” diyorlar…
Lela Gelevishili Gürcistan Tiflis devlet üniversitesinde profesör. Eşi Levan da prof. aynı yerde. On yıllık canım arkadaşlarım onlar. Lela Türkçe de öğrendi. Bu konuda benim şansım o zaten. Yabancı kardeş bildiğim arkadaşlarım Türkçe biliyorlar. Bu kez Levan gelmedi. Ben Lela ile aynı odayı paylaştım. Bir sohbet… bir sohbet… katıla katıla gülüyorduk. Konu da çok… anı da… Birini size de anlatayım.
Yeni evlendiklerinde sergi için Yugoslavya’ya gitmişler. Henüz 20-25 yaşlarında imişler. Böyle durumlarda gümrükte kaç resim beyan ediyorsanız o kadar resmi geri götürmelisiniz. Yoksa vergi vermek gerekli. Sergi olmuş. Lela’nın üç resmi satılmış. Nereden bilsinler satılacağını… Yanlarında resim kağıdı, tuval, boya… hiç bir şey yok… Şimdi ne yapacaklar? Otele gelmişler. Odalarda dilek ve şikayet için bırakılan dosyaya ve içindeki kağıda rimel, ruj, göz kalemleri ile resim yapmışlar. Levan atlar, dağlar yapmış. O resimleri göstererek gümrükten geçmişler… Hem gülüyor, hem anlatıyor…
Gezmeye gideceğiz, Lela bana sordu “Pasaportumu çekmecede bıraksam olur mu?” Biraz da şaşırmış ve azıcık öfkelenmiş gibi “Olur mu Lela? Hiç pasaport çekmeceye konur nu?” dedim.
O da beni aynı yüz ifadesi ile yanıtladı “Hulya ben gördüm sizin pasaport resepsiyonda!”
Ah Hülya!.. Lela’ya öfkeleniyorsun, kendi pasaportunu almayı unutuyorsun…
Ben de ona geçmişten bir şey anlatıyorum. “Kavga etmişler” diyorum. Anlamıyor… Google amcaya danışacağız, internet çekmiyor. Ne yapayım… “Lela… hav-hav…” dedim. “Tamam Hulya… tamam” dedi ama ikimiz de gülerken kendimizi yatağa attık…
Kahvaltı ediyoruz karşımda iri yapısı ve pala bıyığı ile İranlı Jabbar Nazari… Saaed’e (Ayyami) dedim ki “Türk güreşçilerine benziyor” Meğer Türkçe biliyormuş ve hemen telefonundan bir foto gösterdi bana… gerçekten güreşçi değil miymiş!..
Karşıdan karşıya geçeceğiz. Trafik ışıkları yok. Bakülü Ramiz Abbasov araçları kastederek diyor ki “Hulya hanım burada dururlar” Hemen yanıtladım. “Evet Ramiz, Türkiye’de de vururlar!..”
Festival açılışında devlet sanatçısı Azerbaycan Ressamlar Birliği’nin başkanı Ferhsd Xelilov da bizimle idi…
Mümine Hatun türbesi çevresindeki yeşil alana dağıldık ve her sanatçı arkadaşım kendine özgü resimlerini yapmaya koyuldu. Dört yıl önce yine Mümine Hatun türbesinde yapılan açılış programında folklorik giysileri ile bir genç kız sarı gelin müziği eşliğinde dans etmişti. O kadar duygulanmıştım ki, ağlamıştım izlerken. O sahneyi canlandıran bir tablo yaptım. Bütün parklar, yeşil alanlar güllerle kaplı olduğu için de tablonun alt kısmını güllerle bezedim…
Pek çok Nahçıvanlı çocuklarını almış gezdirip bizimle sohbet edip fotoğraf çekiliyorlardı. Tam resmime dalmışken arkamdan bir ses “Türk mü acaba, sohbet etsek?” Hemen dönüp “Hoş geldiniz” dememle bir dedi ki “Aaaa bu bizim gazeteci-ressam Hülya ablamızmış” Sohbet edip , selfi çekildik… Böyle tanıyan çok… tanınmak, sevilmek, “abla” bilinmek beni sevindiriyor… Nahcıvan tv. röportaj, Nuhcixan.az ve Azertac-ın gazetesinden de haberimi yaptılar sağ olsunlar…
Çalışırken sessizce, çekingen çok güzel bir genç kız beni izliyor. Ara verdim ve dedim ki “Maşallah çok güzelsin. Sanırım Nahçıvanlısın” “Yok dedi… İzmirliyim.” Şaştım kaldım. Benim de İzmir’den geldiğimi söyledim. Sarıldık. Anasından babasından koku getirmişim gibi… canım yavrum… içim sızladı. Adı Şehriban Armağan Sarıhan… Bornova’da oturuyormuş. Nahçıvan’ı ve Nahçıvanlıları çok seviyor. Hiç sıkıntı yaşamıyor. Burada tıp okuyor ve bu yıl okul birincisi olmuş. Gurur duydum. Foto çekildik, birbirimizi sanaldan ekledik…
Bu kadar kalabalık bir sanatçı grubunu, bu kadar muhteşem ağırlamak kolay bir şey değil. Bunun ardında büyük emek var… özveri var… sevgi var…
Sayın Vasif Talıbov ve sevgili Ulviyye Hamzayeva başta olmak üzere Ressamlar Birliği’nin üyeleri Sabir Memmedov, Telman Abdinov, Hamza Sadiqov, Eldar Zeynalov, Nesrulla Musayev, Tapdıq Hamzayev, Habiba Allahverdiyeva, Murad Nurlu, Vuqar Mehdiyev, Arzu Novruzov’a emeklerinden ötürü çok teşekkür ediyorum…
sağ olsunlar Nizami Alıyev bey de bizimle ilgilenip gezdirirken, Elşad Heyderov 15 kg. kamera omzunda sürekli dağ bayır bizi tv. için görüntülemeye çalıştı. Araz Xudiyev ise hep fotoğraflarımızı çekti…onlara da minnettarım…
Dostça, kardeşçe, keyifle hem gezdik, hem gördük güzel Nahçıvan’ı, hem de resim yaptık… Sanat dostluktur, sanat barıştır, sanat evrenseldir…